KÖY ODALARI
1940lı 1950li yıllarda, insanların toplanıp sosyal ve ekonomik
sorunlarının tartışıldığı, haber ve bilgi iletişimin yapıldığı “köy odaları”,
vardı.Köyümüzde bir çok odalar vardı
DELİVELİLERİN ODASI
KÖR İBRAHİMLERİN ODASI
HAKKİLERİN ODASI
ALİBAZLARIN ODASI
KÜLLERİN ODASI
ALİLERİN ODASI
PAPALARIN ODASI
KAĞLERİN ODASI
CAFARLARIN ODASI
SOLAKLARIN ODASI
İSMAİLLERİN ODASI
KAMBERLERİN ODASI
OMARLARIN ODASI
NECİPLERİN ODASI
MOLLA YUSUFUN ODASI
HANİFLERİN ODASI
MEMMETALLERİN ODASI
KARA HAMZANIN ODASI
NEŞET KOYUNCUNUN ODASI
ALİBAZLARIN AHMET AĞANIN ODASI
Köy odaları, köylerin sosyal yaşantısının en yoğun, etkin olduğu, insanların
toplanıp doyumsuz sohbetlerin yaptığı tek yeri, binası idi. Köy odası, o köyün,
mahallenin gurur duyacağı adeta bir halk okulu gibi sayılırdı. Ayrıca köy
odaları, köyde misafir severlik töremizi yaşatmada, köy odalarının misafir
ağırlamaktaki işlevi nedeni ile köyde misafirlerin ağırlandığı bedava bir otel
görevi de yapardı. Bu sistemi
günümüze kadar devam ettiren hayır ve kültür merkezleri köy odalarıdır. Bu
mekânlar eskiden beri İslamiyet’in ve toplum kültürürünün yayılmasına hizmet
etmiştir. Anadolu’da birçok kervan yollarına, hatta ıssız bozkırlara yapılan
kervansaraylar da, yolcular için aynı işlevi yapardı.
Köye gelen garip, yolcu, misafir, tacir, çoban, deveci, çerçi gibi insanlar hiç
çekinmeden ilk buldukları köy odasına misafir olurlar. Allah rızası için parasız
yiyip, içerler istirahat ederler. Hayvanı için de yem saman verilir. Oda sahibi
için de bu çok büyük bir onurdur. Babadan oğula vasiyet edilir;”Odaya gelen
misafire iyi bak.”diye… Anadolu köylerinde odalar sosyal dayanışmayı sağlar.
Köy odaları Türk konukseverliğinin en güzel örnekleriydi. Yolculukların yaya,
hayvan sırtında, veya at arabası ile yapıldığı devirlerde, hele kış
mevsimlerindeki uzun seferlerde gecelemek, konaklamak için elbette emin bir yere
ihtiyaç vardı. Atalarımız, köy odaları ve kervansaraylarla insanlara, yolculara
yardım etmeyi kendilerine bir görev saymışlar; çünkü gün olur kendileri de uzak
yerlere gidip yolcu olacaktı. Oda sahibi oda nın işletilmesine büyük bir itina
gösterir. Odasını erkenden açar oturur. Temizliğini yapar, sobasını yakar. Daha
sonra konu komşu da gelmeye başlar. Çaylar kahveler içilir. Odanın dolabında her
an çay ve kahve takımı ve yatak-yorgan hazır bulunur Kurban ve Ramazan bayramlarında da odalar açık bulundurulur. Komşular odada
topluca yemek yerler. Gençler köydeki bütün odaları gezerek odada bulunan
büyüklerin ellerini öperler. Komşulardan bir cenaze olduğu zaman da oda açılır. Orada toplanılır. Taziyeler
orada kabul edilir. Cenaze sahibinin üzüntüsünden yemek hazırlayamayacağı
düşüncesiyle her evden sinilerle yemek getirilerek odada yenilir. Artık üç dört
gün aynı şekilde odada kalınır. Oda sahibinin veya yakın komşunun düğünü olacağı zaman da oda açılır,
hazırlanır. Düğün bitinceye kadar oda düğün odası olur. Erkekler düğün odasında
eğlenir, yemekler yenilir. Düğün bitince oda yine temizlenir, eski fonksiyonunu
kazanır. Köy odalarında her zaman bir oturma adabı vardır. Odaya gelen kişi kapıdan
girince “Selam’ün Aleyküm” diyerek, ayakkabılarını çıkarıp geçer oturur. Yaş
olarak büyükse odanın yukarısına oturur, küçükse aşağıya oturur. Odada
bulunanlar hepsi teker teker “Aleyküm-Selam”dan sonra“Merhaba” derler. Veya
“Cümleten merhaba” denir. Gençler her zaman aşağıda kapıya yakın otururlar.
Büyükler su filan isteyince hemen su ikram ederler, hizmet ederler. İyice yaşı
küçükler ağzı kara(Konuşulan mevzuları başka yerde anlatır) diye odaya kabul
edilmez bile…. Odada oturulurken edep hiçbir zaman terkedilmez, derli toplu
oturulur, diz çökerek veya bağdaş kurulur. Köy odaları köylüler için en önemli eğlence merkezidir. Uzun kış gecelerinde köy
odalarında muhabbet bol olur. Fincan oynanır, yüzük saklanır. Oyunlar
sergilenir. Zaman zaman yemesine içmesine bahisler tutulur. Yenilir içilir…
Soğuk veya yağışlı havalarda oda cemaati camiye gidemediği zaman, cemaatle namaz
kılınır, oda caminin yerini tutar.Ayrıca köy imamı ve ya dini bilgisi bulunan
büyükler oda halkına bu odalarda vaaz ü nasihat ederler. Âşıklık geleneğinin
yaygın olduğu devirlerde köye gelen âşıklar köy odasında konaklayıp, atışmalar
yaparlardı. Köy odalarının bir başka faydası ise erkeklerin evden uzaklaşmasını
sağlar. Böylece hanımlar da kendi aralarında daha rahat oturup sohbet ederler.
Evde oturan, odaya pek gitmeyen erkekler ayıplanır,”Karı gibi hanımların
içerisinde ne oturuyon?” denir. Kadınlar da,“Ha odaya kalk git de biz de rahat
rahat işimize bakalım hay len.” Derler Eskiden
1940–50lere
kadar, yüz haneli bir köyde 10–15 köy odası bulunan ve şimdilerde artık hiç
bulunmayan köy odalarında, köyün veya mahallenin insanları, kahvehane olmadığı
için, orada toplanırlar, (adeta toplanmak için can atarlar), her türlü sorunları
orada tartışırlar, orada hallederlerdi. Köy Odası aynı zamanda bir muhtar evi,
muhtar odası işlevini de görür, köyün bütün sorunları orada konuşulurdu.
Genellikle muhtarın veya bir yakınının köy odası olurdu. Devletin köye duyurusu,
köyün ve köylünün her türlü sorunları, emir ve yenilikler orada konuşulup
tartışılır, halka duyurulur, karara bağlanırdı. Sanki köyün bir hükümet binası,
resmi binası, kültür evi gibi, bir halk okulu idi. Köye gelen, tahsildar,
memurlar, jandarma, uzaklardan gelen misafirler köy odalarında ağırlandığı,
köyün bedava bir oteli idi, eski devrin köy odaları. Komşuların bağına,
tarlasına, ekinine, sebzesine, hayvanına veya başka bir eşya ve malına,
sebzesine, ekinine köyden biri tarafından zarar verilmiş; kızı kaçmış, koyunu
çalınmış, kavga edenler vb şikâyetçi muhtara bildirilir. Muhtar da ihtiyar
heyeti ve ileri gelenleri ilgili köy odasına toplar. Şikâyet eden ve edilen de
köy bekçisi tarafından çağırttırılır, orada taraflar dinlenilir, bir karara
varılırdı. Zarar verene, zarar ziyan bedeli ödettirir. Zarar belli de, zarar
veren ödememekte direnirse, tarihin meşhur cezalandırma yöntemi olan falaka
uygulanır, cezalı kişi falakaya yatırılırdı. “Dayak Cennetten çıkma” diye
düşünülür, “bi güzel ıslatılırdı”(dayak atmanın şifreli adı “ıslatma” idi. .
Yaygarası duyulmasın diye ağzına bir yağlık (mendil) bağlanır, “vur Allah vur”.
Adam “tovbe” diyene, suçunu itiraf edene kadar falaka faslı devam ederdi. Bunun karşılığı olarak da taraflar gizlice muhtara, bir küçük komisyon gibi baç
harç öderdi. Tabi bu işlerden devletin haberi olmaz, falakaya kaldırılan kişiye
de, “Allaha şükretki seni karakola göndermedik, yoksa semeriynen seksene çıkar,
dünya kadar da masarıf ederdin” denilir. Muhtar ve ihtiyar heyeti sayesince
hakkını alan kişi de, muhtara küçük bir hediye verirken, muhtar ona, “sen de
Allah şükret ki iş garagola, makemiye ahsetmedi, dünya gadar masarıf ederdin,
belki bu berat ederdi” diye övünçlü tembihlerde bulunulurdu. En sonunda iki
taraf da, barıştırılır, yatıştırılır, “Allah razi olsun, muhtar sayesinde
hallettik, yoksa gazada dünya gadar masarıf ederdik, perişan olurduk” diye
muhtara dua edilirdi. Böylece, köy adaleti yerini bulur, taraflar memnun olurdu.
Ayrıca, köye bir sığır çobanı, bekçi, çoban mı tutulacak, bu iş muhtar, ihtiyar
heyeti huzurunda köy odasında halledilirdi.
Evlenenlerin çeyiz senetleri kız evinde yazılır, koy odasına götürülüp sanki bir
noter gibi, muhtar çeyiz senedinin altına,”işbu çeyiz senedinin doğruluğunu,
imzaların ismi yazılanlara ait olduğunu tasdik olunur” ibaresini yazdı mı, iş
tapu gibi olurdu. Güya (Allah korusun) bir ayrılık anında bu senet kız için bir
güvence idi). Tabi bu arada, çeyiz senedini yazanın da, muhtarın da cebine,
tarafların bütçesine göre işlemeli bir çorap, işlemeli yağlık (mendil) konurdu.
İşte Köy odalarının bu ve buna benzer yararlı daha çok çeşitli sosyal işlevleri
vardı. “Hakını”(ücretini) köylülerin buğdayla ödediği, genelde köyün yoksul, okuma
yazma bilmeyen garibanlarından olan bir köy bekçisi, bir de kır bekcisi
tutulurdu. Köy bekçisi muhtarın adeta yardımcısı gibi görünür, “gel çekice git
küreğe” işleri yanında, köyün mektuplarını dağıtır, muhatara gerekli olan
insanları çağrır. Köyde postahane olmadığı için, Kaman merkezinde PTT ye gelen
mektupları “Çarşamba Bazarına” gidildiğine, muhtar, bekçi veya tanıdık biri
mektupları topluca alır, muhtara dağıtılmak üzere teslim edilirdi. Muhtar
mektupları bekçiye verir, bekçi de mektubun sahiplerine dağıtırdı 1950li yıllara kadar köylere, tuz gölünden develerle satıcılar tuz getirip
satarlardı. Hatta tuzla birlikte, “başkili” denilen taş gibi kil de satılırdı.
Satılan bu kaya parçası gibi kil kırılır, ince ince dövülüp ezilir. Bu kil,
eskiden evlerde deterjan olmadığı için, çamaşır yıkamada kullanılırdı. (Bulaşık
da tezek külü ile yıkanırdı). Satılan tuz iri tuzdu. Bu tuzu kurutup el
değirmeninde (bulgur değirmeninde) çekerler, ince tuz haline getirirlerdi.
Köye develerle kil ve tuz geldi mi, bekçiler tarafından tellalla duyurulurdu.
Bekçi minareye veya yüksekçe bir yere çıkar, bağırarak, “heyyy ahali millet,
köye duz geldi, kil geldi haberiniz ola, kilosu beş kuruş, diye birkaç kez
duyururdu. Herhalde deveciden bahşiş de alırdı.
İşte böylece tuz, kil satmaya gelen develer köye ayrı bir şenlik ve heyecan
getirirdi. Devler birbiri arkasına bağlanmış bir katar halinde, boğazlarında bir
çan, her adım atmada develerin çanları çalarak çok uzaklardan duyulurdu. Ne
hikmetse dev gibi bu hayvanlar bir eşeğe bağlı olarak eşekler çekerdi. Köyün
çocukları için develer, bu her tarafı eğri büğrü bu hayvanlar, ayrı bir
heyecandır köy için. Herkes tuzdan kilden ziyade, develerin seyrine çıkarlardı.
Deveci köyde kalacaksa, köy odasında misafir edilir, develer genişce bir havluda
“ıhh” edilip (oturtulup” orada kalırdı. O zamanları, ya “Alamanya’dan”ya askerden, başka gurbetten çokça mektup gelirdi.
Okuma yazma bilmeyen bekçi mektupları, muhtara, öğretmene veya okuma yazması
olan birine, dağıtacağı ev sırasına göre dizdirir, o sıraya görev ev ev
dağıtırdı. Kahvehane olmadığı köylerde bu böyle idi. Kahvehaneler açılmaya
başlanınca, mektuplar kahvehanede dağıtılırdı. Özlenen asker ve Alamanacıdan
mektup gelmişse, mektubu alan yavaşça bekçinin cebine bir bahşiş koyardı
Kır bekçisi köyün ekin, bağ, bahçelerini yaramaz çoban ve hayvanlara karşı
korurdu. Kırlarda, tarlalarda sürekli gezen bekçinin elinde çok sağlam meşe gibi
bir ağaçtan “çekme değnek” dedikleri, ucu delinip ponçaklı süslü iple bekçinin
bileğine takılı, bir sopa taşırdı. Herkes o sopadan yılardı.
“Kurt var, hırsız var” diye, bazı yıllar kır bekçileri tek kırma av tüfeği ile
gezerlerdi. Bazen de, bekçilere, muhtarlara zimmetli, mermileri sayılı “mavzer”
denilen tüfekler de verilirdi. Köyün kadrosuz imamı ile bekçilerin, hatta muhtarın bile Hakını (ücretini)
köylüler öderdi. Köylük yerde herkesin harmanı vardı. Harman-buğday- cec (Buğday
yığını) zamanı güzün bekçiler( muhtarın hakını da bekçiler toplardı), imam
eşeklere binip buğday harmanlarını dolaşır. “Bereketli olsun” diye selam
verdikten sonra, kaç çerik buğdaya anlaşılmışsa, “şu bekçi hakı, şu muhtar
hakı”, “şu da imam hakı” diyerek, bunlara buğday olarak çerikle ölçüp
verirlerdi.
Şimdilerde muhtarlar maaş almaları yanında, tanzim ettikleri belgelerle
şehirlerde milyarlar kazananlara rastlanmakta. Ancak, 1960lara kadar,
muhtarların maaş alması şöyle durusun, malını mülkünü muhtarlık yolunda yiyen
muhtarlar olmuştur. Köye devletin hangi memuru gelirse gelsin, muhtarın evine
gelirdi. Köye gelen devletin memuru, muhtarın evinde ağırlanır; köyde açılış,
karşılama masrafları muhtarca karşılanırdı. Köyün onuru şerefi var diye, nesi
var nesi yok, gelenlere yedirdiği gibi, “tarla tapanı” da satmak zorunda kalan
muhtarlar olmuştur. Köy ve muhtar odalarına değiniyorduk. Sosyal aktivitenin en yoğun olduğu bu köy
odaları, köyde adeta bir misafirhane, bir bedava otel görevini yapardı. Uzaktan
başka köylerden gelen yabancılar, mutlaka at ve eşekleri ile köye gelirler.
Köyün muhtar ve köy odasını sorar orada misafir olurlardı. Köy odası genellikle
iki katlı olur, üst kat köy odası olarak kullanılırken, alt kat ise, gelen
misafirin atı ve eşeği içindir. Köy odasına gelen kişi, ulaşımın haberleşmenin çok az olduğu, hatta olmadığı o
zamanlarda 1940 lı 1950 li yıllarda, mutlaka az veya çok bir haber, bir
değişiklikle gelmiştir. O misafir köy odasına memnuniyetle kabul edilir, hal
hatır sorulduktan sonra çevreden anlattıkları, az veya çok meraklı dinlenilirdi. Köy odalarına gerek sahibi, gerek komşular gözleri gibi bakarlar, hele komşular,
sanki gerçekten ortak mal gibi köy odasının her şeyine yardımcı olunur, kimi
evinden yakacak odun, tezek yanında, misafir çok gelmişse, evlerden yataklar
getirilirdi. Gelen misafirin atı, eşeği ahıra çekilir. Sulanır, gezdirilir,
yemlenir. Köy odalarında gelip oturmak, sohbete katılmak ayrı bir ayrıcalıktı. Gençler
asla, cemaatin arasına, sedire, halı mindere oturamazlardı. “Tahtabaş” denilen,
girişte tahtadan yapılma bölmede otururlar, lafa söze, sohbete sorulmadıkça asla
karışamazlardı. Uzun kış gecelerinde, o tahtabaş üzerinde, kuru tahtada oturmak
bile bir sevinç kaynağı idi gençler, çocuklar için. Orada sohbeti dinlerler,
bilmedikleri bazı şeyleri, anıları öğrenirler, sözü sohbeti orada öğrenirler.
tahtabaşın yanındaki sulukta bulunan testiden su isteyene su veririler, büyükler
abdest alırken ıbrık leğeni tutup ellerine su dökerler, sobaya odun atarlar,
külünü alırlar, lambaya gaz doldururlar, misafire ve cemaate yemek getirirler
vb. Kışın merdivenlerin, dam başının karını temizlerler. Kısaca köy odasında
verilen her emri, yumuşu seve seve yerine getirirlerdi.
Köy Odalarında, genellikle dikdörtgen şeklinde olan odada, zeminden az bir karış
yukarıda, üç tarafta divan, sedir denilen, halı yastık, minderle döşenmiş
durumda olurdu. Bir dolap, dolabın içinde, cezve, kahve fincanı, kahve, kahve
değirmeni, kahve kavurma tavası, gazyağıyla çalışan pompalı bir ocak, şeker vb
eşyalar bulunurdu. Daima çoğunlukla kilitli, kilit köy odası sahibinde dururdu.
Duvarda halı, kilimler asılı olur. Tabi biraz gösterişlisinden bir gaz lambası
veya gazyağı ile yanan luks lambası daima asılı durur. Kapının hemen girişinde
sağda veya solda yüksekçe (sanki yere yatırılmış büyükçe bir dolap gibi)
tahtabaş olurdu. Tahtabaşın altında odun tezek dolu olurdu. Kışın oradan alınıp
sobada yakılırdı. Hemen bitişiğinde suluk denilen biraz genişce, abdest alınan
vekirli suyu dışarı şarıl şarıl akan bir bölme olurdu. Orada ibrik, sabun, bir
çivide asılı havlu bulunurdu. Köşede yukarıda kocaman ve ağırca
bataryalı pilleri olan bir radyo olur, radyo da, pili bitmesin diye, ancak
haberlerde ajans dinlemek için açılırdı. Ajans saati gelirken, köstekli
saatlerden saatin gelip gelmediği kontrol edilir. Saat tam yaklaşırken, cemaat
“ajansı dinleyelim susun hele” diye uyarılınca, herkes susar, pür dikkat ajans
dinlenilirdi. Batı Bloğu, Doğu bloğu Amerika Rusya haberleri, casuslar, Kore
Savaşı, Menderes’in bilmem nerede verdiği nutuk, Nazım Hikmet yine vatan
hainliğine devam edip etmediği vb haberleri peş peşe sıralanır. Haberin
sonlarına doğru devlet radyosundan, “Vatan Cephesine” kayıt olanlar tek tek
sayılır, eğer kendi köylerinden kimseler kayıt olunmuşsa (büyük küçük fark
etmez) ondan büyük bir keyif alınırdı. Haberlerin sonunda da Meterolojiden hava
raporları okunurken, bazı kimseler Allahın işine de karışıyorlar”
diye homurdanırken, yanındaki de onun duyacağı şekilde, “iyi de ne hikmetse
söyledikleri doğru çıkıyo” diyerek hava raporuna ayrı bir yorum katardı. Ajans
bitince hemen radyo kapatılır, oya işlemeli örtüsü ile örtülürdü. Akşam ajansına
kadar radyo pek açılmazdı. Çünkü kocaman bataryası (pili) ya biterse, ajansı
nasıl dinleyeceklerdi? Onun için, müzik ve öteki konuşmalarda radyo hiç
açılmazdı, radyonun pili- aküsü biteceği endişesi ile .